hesabın var mı? giriş yap

  • kel, kısa boylu, deli gibi koşturan, dengesizce topa dalan, terden üstünde tek bir kuru nokta kalmayan, kırmızı suratlı, sırıtkan bir tip. her maçta vardır. eğer bizim maçlarda yok hiç görmedim lan diyorsanız o tip sizsinizdir.

  • sene 2032.

    ergenlik hezeyanlariyla surekli dunyaya satasir duruma gelmis oglumla ayni tartismalari yapiyoruz.

    - bana ne yapacagimi soylemezsin sen. babamsin diye her hareketime karisabilecegini mi saniyorsun ?
    - yavrum yapma. senin iyiligini istiyorum ben.
    - benim hicbir seyimi isteyemezsin. hem sen hayatta ne basardinki beni yonlendirmeye calisiyorsun ?
    - ben 10 yil, 5 buyuk turnuva zinedine zidane'i canli izledim. hem de 4 senesi ronaldo luiz nazario de lima ile birlikte.
    - ne diyosun yeaaa.
    - benle ne diyosunlu konusma agzini burnunu kirarim senin it. yumurtadan cikmis kabugunu begenmiyor, pezevenk.

    gibi diyaloglara neden olacak efsanedir. her messi mi ronaldo mu tartismasinin yasandigi gun biyik altindan gulen bir nesil birakmistir arkada.

  • hindistan'da filleri evcilleştirmek için ilginç bir yöntem kullanılır. ormanda yere filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. ama şanssızlığı bununla bitmez. fil avcıları yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili bir de eşek sudan gelinceye kadar döverler. hayvan yediği sopalardan, çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı acıdan ve korkudan hayatında görmediği bir bunalım yaşar birkaç saat içinde.
    sonra aynı avcılar ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle, ellerinde çeşit çeşit meyve sepetleriyle geri gelirler. fili besler, yaralarına pansuman yaparlar, onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. fil bu beyaz giysili kurtarıcılarının ona gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren her istediklerini yapar ve sözlerinden çıkmaz. onların kendisini az önce döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez. filimiz artık evcilleştirilmiştir.

    şimdi yukarıdaki sahneden filleri çıkarıp yerine kendinizi koyun. siyasetçiler de her yıl önce kriz, zamlar, işsizlik gibi yığınla belayı başımıza sarar, sonra da aynen fil avcıları gibi beyazlar içinde gelip bizi bu pislikten kurtarırlar. bizim de o fillerden pek farkımız olmadığı için her seferinde bu numarayı yutarız. zaten her seferinde yutmasaydık tarih tekerrürden ibarettir diye bir laf olmazdı.

    tabi ya, zaten ekonomimiz süper, dünya lideri ülke olduk, işsizlik desen son on yılın bilmem neresinde, terör de bitti hayırlısıyla. başbakan'a beyaz giysiler güzel yakışıyor değil mi?

  • önsöz: okuyacağınız entry bir deney safhasını anlatmaktadır, deney sonucunda hipotez reddedilmiştir. sonuçlar gerçek değildir ama dünyada yaşayan her canlıya saygı göstermemiz açısından düşündürücü ve bilgilendiricidir.

    büyüklerimiz hep bize çiçeklerinle konuş, onları sev derdi. pek inanmasam da onlarla ara ara konuşurdum. lakin okuduğum şu yazı beni hayrete düşürdü. paylaşmaktan büyük mutluluk duyarım.

    "amerikalı yalan makinesi uzmanı cleve backster'ın işi dünyanın her yanından gelen polislere ve görevlilere poligraf denen bu aygıtın kullanılmasını ve inceliklerini öğretmekti. 1966 yılında yoğun bir çalışma gününün sonunda backster odasında otururken yalan makinesinin elektrodlarını "deve tabanı" bitkisinin yaprağına bağladı. backster'in amacı bitkiye su verildiğinde yapraklarda bir tepkinin olup olmayacağını öğrenmekti. saksıya biraz su döktü, bir süre bekledi ama bitkide değişikliği gösteren hareketi poligraf cihazında saptayamadı.

    galvanometre yalan makinesinin bir parçasıdır. insanda galvanometre göstergesini sıçratacak denli güçlü bir tepki elde etmenin en etkin yolu, onun yaşamını tehdit etmektir. backster de bu düşünceden yola çıkarak vahşi bir saldırı yapmaya karar verdi. elektrodların bağlı olduğu yaprağı yakacaktı. kafasında yakma düşüncesini canlandırmasıyla birlikte yazıcı uçta bir hareket oldu. backster yerinden kıpırdamamıştı. peki ne olmuştu da yazıcının ucu hareket etmişti? acaba bitki aklından geçenleri mi okumuştu?

    kibrit almak için odadan dışarı çıkıp geri döndüğünde, grafik kağıdının üzerinde yeni ve ani bir dalgalanmanın kaydedildiğini gördü. daha sonra yaprağı yakacakmış gibi hamle yaptığında hiçbir tepki görmedi. acaba bitki gerçek ve yapmacık amaçları ayırt edebiliyor muydu?

    gördükleri bir rastlantı mıydı yoksa gerçek miydi? bu olay sayısız deneylerin başlangıcı olmuştu. benzeri deneyler, farklı poligraf aygıtlarıyla, otuza yakın bitki üzerinde farklı kişilerle yapıldı. hepsinde de benzer gelişmeler gösteren bu deneyler, yaşama başka bir bakış açısıyla bakması gerektiğini söylüyordu.

    bir süre sonra bitkilerin bellekleri olup olmadığını düşünmeye başladı ve bu yönde bir deney hazırladı. backster'in öğrencilerinden altısı, yapılacak deney için gönüllü oldular. bir odaya iki saksı çiçek ve bir kura torbası konuldu. denekler teker teker odaya girecekler ve ne yapacaklarını, çektikleri kurada öğreneceklerdi. kağıtlardan birinde, odada bulunan bitkilerden birini kökünden sökmek, ayağının altına alıp çiğnemek ve tümüyle öldürmek biçiminde bir talimat yazılıydı. cinayet tümüyle gizli işlenecekti. yani ne backster ne de öteki öğrenciler suçlunun kim olduğunu bilmeyeceklerdi. bunu yalnızca odada bulunan ikinci bitki bilecekti.

    deney tamamlandı. önce backster ve sonra teker teker deneye katılan öğrenciler içeri girdiler. öteki beş öğrenciye hiç tepki vermeyen bitki, gerçek suçlunun her yanına yaklaşışında, yazıcının ibresini çılgın gibi oynatıyordu. demek ki bitkilerin duyguları algılama ötesinde, geçmişi de anımsayan bellekleri vardı."

    ben inanıyorum ki eski insanlar böyle deneyler yapmadan da bitkilerin onları duyduğunu ve anladığını biliyorlardı. yoksa amerikan yerlileri niçin ihtiyaç duydukça ormana gidip, kollarını iki yana açıp, sırtlarını çam ağaçlarına yaslayıp , ağacın enerjisiyle kendi güçlerini tazelesinler? ya da neden solomon adasındaki yerliler kesmek istedikleri ağaçları balta ile kesmek yerine etrafında halka olup kötü sözler söyleyip, lanet etsinler? bu yöntemle bir kaç güne kalmadan ağacın yaprakları dökülür, ağaç kuruyup gidermiş. ya da neden anneannemin en sevdiği çiçeği her gün daha bir aşkla şevkle açıyor, odanın ortasında prenses gibi kasılıyor?

    ama benim esas derdim bitkilerin bunu hissetmesinden ziyade biz insanoğlunun yaşadıklarımız karşısında neler hissettiğimiz. insan haricindeki canlılar bile bu tür durumlardan ciddi manada etkileniyorsa biz ne durumdayız kim bilir?

    edit: işbu entry başkent üniversitesi kültür yayınları dergisi 2004 eylül sayısından aktarılmıştır. bu deney bilimsel metodlara uygun yapılmamış, üstelik sürekliliği de yokmuş yani tekrarlanınca farklı bulgular elde edilmiş. dolayısıyla hipotez reddedilmiş. kaynaklar için şöyle;

    [http://www.skepdic.com/plants.html http://www.skepdic.com/plants.html]

    [http://sniggle.net/science.php http://sniggle.net/science.php]

    [http://www.vegansoapbox.com/what-about-plants/ http://www.vegansoapbox.com/what-about-plants/]

    [http://www.newyorker.com/…/23/the-intelligent-plant http://www.newyorker.com/…/23/the-intelligent-plant]

    destekleri ve düzeltmeler için, ealtin, lecagot, malmazel nickli arkadaşlara teşekkür ederim.

    bir yanlış anlamaya mahal vermişsem, herkesten özür dilerim.

  • ellenmesin. dursun orada. hani bi apocalypse falan olur, ne bileyim zombi istilası olur, sağ kurtulan bi kaç insan görsün de "bu yapıyı ne sikime yapmışlar" diye merak etsinler.

  • aşı karşıtlığının altında yatan fikirler ve bu fikirlerin çürütülmesi ufku iki katına çıkarmaz belki ama daha bilinçli ve sağlıklı bir toplum olmamızı sağlayabilir. iyi okumalar.

    tüm dünyanın korona virüse karşı geliştirilecek aşıyı beklediği şu günlerde aşı karşıtlığı ile alakalı birkaç kelam edip kafasında hala soru işareti olanlar, ''vallahi bu korona aşısı çıksa da yaptırmam içinde ne olduğu belli değil bizi kısırlaştırıyorlar'' falan diyenler varsa onların derdine derman olmak için hem ilaç üretim sürecinden hem de aşının bu zincirdeki yerinden bahsetmek istiyorum.

    öncelikle etken madde bulunduktan sonra 10-15 yıl süren çalışmalar yapılmakta. yani etken madde bulunur bulunmaz hadi piyasaya süreyim gibi bir durum söz konusu değil. peki bu çalışmalar neler? kısaca özetleyecek olursak:

    faz 0: preklinik çalışmaları. etken maddenin etkililiği ölçülür. hayvan çalışmaları yapılır.
    faz 1: etken maddenin biyoyararlanımı, toksikolojik ve farmakolojik etkileri test edilir.
    faz 2: insanlar üzerine güvenilirlik ve etki çalışmaları yapılır.
    faz 3: daha büyük hasta populasyonları üzerine doz ve güvenilirlik çalışmaları yapılır. ilacın terapötik dozu belirlenir.
    faz 4: ilaç piyasaya çıktıktan sonra beklenmeyen etkiler takip edilir. (bkz: talidomid faciası)

    kısaca bahsettiğim bu çalışmalar 10-15 yıl sürer. ''e ama bu çalışmalara neden güvenelim sonuçlarla oynamadıkları ne malum'' diyenleriniz için avrupa'da ve amerika'da bu çalışmaların tarafsızlığını korumak amacıyla oluşturulan ve bu çalışmaları fonlayan bağımsız dernekler olduğunu da ekleyelim.

    genel ilaç üretim sürecinin uzun ve yoğunluğundan bahsettikten sonra asıl konumuz olan aşılara gelmek istiyorum. öncelikle insanların neden aşı yaptırmaktan kaçındığından bahsedelim. aşı karşıtlığının altında 3 neden yatıyor diyebiliriz:

    1) herhangi bir tehdit olmaması: özellikle gelişmiş ülkelerde görülen bir durumdur. örneğin bu toplumlarda ''senelerdir kızamık hastası olan çocuk zaten yok neden aşı yaptıralım'' algısı oluşur. bağışıklığı olmayan mültecilerin ülkelerine gelmesi ile birlikte bu gelişmiş ülkelerde de kızamık vakalarında artış görülür.

    2) bazı inançlar: ‘’doğal bağışıklık daha iyidir’’ gibi aslı astarı olmayan iddialar veya dini inançlar.

    3) güvensizlik: ''aşılar otizm yapıyor'' gibi kulaktan dolma şeyler. bu fikrin oluşmasında ana etken andrew wakefield adlı doktorun 1998 yılında yayınladığı bir makalede yatıyor. bu doktor 12 çocuğa kkk aşısı yapıldıktan sonra hepsinde enflamatuar bağırsak hastalığı ve regresif otizm görüldüğünü dile getiriyor. ancak bir gazeteci durumu irdeleğinde doktorun 1998 yılından 4 yıl önce enterohepatik otizm ile alakalı yayın yapıp bunun tek bir aşı ile çözülebileceğini söyleyip patentini aldığını görüyor. keza 1998'deki o 12 çocuğun hepsinin ailesinin fakir olduğunu ve ailelere para verildiğini açığa çıkarıyor. bunların sonucunda 2009 yılında, 1998'deki makale yayından kaldırılıyor ve 2010 yılında doktorun lisansı iptal ediliyor. tüm bunlar olurken ise danimarka'da 1999 yılında çok büyük bir çalışma yapılıyor. bu çalışma kapsamında 650 bin çocuk gözleniyor. çalışmanın sonuçları 2010 yılında yayınlanıyor ve 6500 civarı çocukta otizm görüldüğü ve bunun normal bir değer olduğu, aşı yapılması ile bir bağlantısı olmadığını bildiriyor. 2019 yılında aşı yapılması ile otizm oluşması arasında bir bağlantı olmadığı resmen kabul ediliyor.

    son olarak para.

    ilaç şirketlerinin para kazanmak için virüs ürettiğini iddia edenler dahi var. aşının sektördeki yerini göstererek bu iddiayı kolaylıkla çürütebiliriz. şöyle ki 2018 yılında tüm dünyada ilaçtan elde edilen toplam ciro 1 trilyon 204 milyar dolar. aşıdan kazanılan meblağ ise 60 milyar dolar. yani aşı tüm ilaç grupları içinde yalnızca %4,83'lük bir getiriye sahip. bunun sebebi aşıların çoğunlukla devletlere ucuza satılması. dolayısıyla ilaç üreticileri için aşı zaten populer bir seçenek değil.

  • ben bi' şey söylemek istiyorum; ama soru olarak değil, ciddi ciddi merak ediyorum.

    bizler vatandaş olarak aldığımız maaşı iyi yönetemeyip borçlandığımızda, çıkmaza girdiğimizde devlet dahil kim yardım ediyor?

    kulüpler bu yardım toplama çakallığını hep yapıyor. türk toplumunun genlerine işleyen radikalizmi, fanatizmi sömürdükçe sömürüyorlar.

    deprem olur, vatandaş mesaj atsın 10 lira. salgın olur, haydi pamuk eller cebe. bayram olur, haydi birlik beraberlik. vatandaşa girsin de girsin. mesela herhangi bir kulüp kar elde etse vatandaşa yardım yapar mı? örnek vereyim; şampiyon olduk bakın baskılı tişört çıkardık, alın. adamlar başarıda bile vatandaştan para toplama derdinde.

    kimse kusura bakmasın, özellikle kulüp organizasyonlarına para gönderen insan kerizin bayrak sallayanıdır benim gözümde.

    tanım: takım fark etmeksizin gerçekleştirilen keriz silkeleme tespihinin bir başka tanesi.

    edit:
    #111347317 alın bakın, destek ise bu durum bence herhangi bir futbol takımının durumundan daha önemli.

  • iki yarıyı da bayern kazanır oranı 4.5. evini bassan 4 evin olur. kalan yarımla da evlere eşya al. yatırım tavsiyesi değildir

    maç sonu editi: ev hanımın üstüne olunca ben de çocuğu bastım. 4 tane çocuğum oldu hanıma nasıl açıklarım bilenler yeşillendirsin.

  • ülkenin en şımarık kenti ve nüfusu trabzon. sloganları "bize her yer trabzon". onların bayrakları her yerde dalgalanacak, her gittikleri yerde trabzon'daymış gibi davranacaklar ama karşı taraftan aynı talep gelse neredeyse silah çekip vuracaklar. trabzon'a istanbul takımlarından birinin bayrağı asılsa şehir olarak cinnet geçirecekler ama istanbul'un köprülerine bayrakları asılacak. hayat onlara güzel. işine gelince bizans, bayrağın asılacak olunca "istanbul'un köprüleri". biri de demiş ki lige renk menk katan, şanlı trabzon. şanlı manlı değil, rezilsiniz.

    edit: mesaj atıp küfreden, hakaret eden, "zaa kudur" diye yazan trabzonlu arkadaşlara teşekkürler. tespitlerimi haklı çıkarmış oldular. istanbul'da elbette diledikleri gibi davranabilirler. trabzon'da aynı özgürlüğü bulamayacak olmak problem.

  • hakan şükür'ü sahnelerden kesmek için çok ciddi bir çalışma yapılmış. yanı sanırsın ki bütün golleri ümit davala falan atmış. bu biraz sınır bozucu. o golleri sanki hakem hediye etmiş gibi. üstüne hiç bir şampiyonluk kutlamasında gözükmüyor. bu artık kör göze parmak gibi olmuş. ister istemez "hakan nerede?" diye izlemeye başlıyorsun. artık konu fatih terim den çıkıp hakan şükür e evriliyor bir yerden sonra. bir insanı böyle silmek belki tarihte en son hititlerin tarihten silinmesi ile yarışır hale gelmiş. vardı olm bu adam. o kupalarda en çok gölü o adam attı. vardı hepimiz biliyoruz. adam milletvekili de oldu teröristte bu bizi bağlamaz ama bizi salak yerine koymanız biraz sınır bozucu.

  • bu gösteriye (bkz: ardha) deniyor. katar kültürü ile yetişmiş neredeyse her erkek birey birer kılıç sahibi olduğundan ve bunlar dededen toruna kadar geçebildiğinden, kılıç gösterileri onlar için inanılmaz önemli.

    bu sebeple ardha gösterisini dini bayramlarda, ulusal kutlamalarda kısacası ota boka bir sebep göstererek yapmaktalar.

    dünya kupası ile bunun ne alakası var diyebilirsiniz ama bu dans ile bi nevi kültürlerini dünyaya tanıtmaya çalışmışlar. tabi ki de bi boka benzememiş.

  • stanislaw chlebowski 1835-1884 yılları arasında yaşamış polonyalı bir ressamdır.

    resim eğitimine 1853-1859 yılları arasında st.petersburg güzel sanatlar akademisi'nde başlamış, ardından fransız oryantalist ressam jean-léon gérôme'nin öğrencisi olarak altı yıl burslu olarak paris'te okurken ispanya, italya, almanya ve belçika'yı gezip görmüştür.

    1864-1876 yılları arasında, devrin osmanlı sultanı abdülaziz'in davetiyle geldiği istanbul'da saray ressamı olmuş ve aynı zamanda padişaha resim dersleri vermiştir.

    osmanlı imparatorluğu tarihi ile ilgili savaşların resimlerini, osmanlı sultanlarının portrelerini, devri istanbulun güzelliklerini suluboya ve yağlı boya olarak yapmıştır.

    türk kadınlar cami'de;
    https://encrypted-tbn0.gstatic.com/…ee3n2w&usqp=cau

    istanbul'da bir çalgıcı;
    https://upload.wikimedia.org/…w_konstantynopolu.jpg

    çerkez muhafız;
    https://image.invaluable.com/…/h3884-l137568953.jpg

    istanbul'da arzuhalci;
    https://image.invaluable.com/…/h1042-l233726096.jpg

    cami kapısında dilenci;
    https://image.invaluable.com/…6/h0046-l42721749.jpg

    başıbozuk asker;
    https://image.invaluable.com/…7/h0046-l03742408.jpg

    abdülaziz en önde, tüm osmanlı padişahları;
    https://encrypted-tbn0.gstatic.com/…usr1rw&usqp=cau

    timur'un beyazıd'ı esir edişi;
    https://upload.wikimedia.org/…bajazyt_w_niewoli.jpg

    varna savaşı;
    https://encrypted-tbn0.gstatic.com/…r0jwkq&usqp=cau

    chlebowski, istanbul’un fethini anlatan ünlü tablosunu çizmeye başladıktan sonra padişah abdülaziz tahtan indirilip öldürülünce paris’e kaçmak zorunda kaldı.

    yarım kalan fetih tablosunu fransa’da tamamlamaya çalışan chelebowski, devasa boyuttaki eseri bitiremeden vefat edince, tablo kız kardeşinin girişimleriyle polonya krakov ulusal müzesi’ne kaldırıldı.

    türk yetkililer uzun yıllardır bu eseri türkiye'ye getirmek için uğraşsa da devasa tablo halen müzenin deposunda tutulmaktadır.

    tablo, chlebowski’nin kız kardeşinin girişimleriyle polonya krakow ulusal müzesi’ne kaldırıldığında türkiye’den hiç kimse eserin varlığından haberdar değildi. üstelik chelebowski’nin erken ölümü nedeniyle tablonun sağ alt kısmı da yarım kalmıştı.

    tablonun varlığı polonya’nın ikinci dünya savaşı’ndan sonra sovyet işgaline uğramasıyla yeniden gündeme geldi. polonyalılar, diplomatik yardım girişimleri amacıyla 1945 yılında ankara büyükelçiliği’nde davet düzenleyip sergi açtılar. bu sergiye chlebowski’nin yarım kalan “fetih” tablosu da getirildi. o dönem davete katılan isimlerden eski bayındırlık ve iskan bakanı, trabzonspor kulübü eski başkanı faruk özak’ın ressam amcası burhan agah özak, gizemli tabloyu gördüğü an hayran kaldı. eserin fotoğrafını çeken ressam özak, birkaç yıl içerisinde tablonun kopyasını chlebowski’nin tamamlayamadığı sağ alt bölümüne de ekleme yaparak yeniden tuvale yansıttı.

    https://encrypted-tbn0.gstatic.com/…xrogyw&usqp=cau

    krakow müzesi’nin deposunda çürüyen türk tarihine ait bu eserin ülkeye getirilmesi için yetkililerce bugüne kadar yapılan girişimlerden bir sonuç alınamadı.